Olmazsa Olmazlar

Olmazsa Olmazlar

Olmazsa Olmazlar

İstanbul'un tarihi yarımadası, zamanın izlerini taşıyan bir açık hava müzesi gibidir. Eşsiz mimari yapıları, tarihi camileri ve çarşılarıyla ziyaretçilere geçmişin izlerini hatırlatır. Boğaz'ın kıyısında tarihle iç içe unutulmaz bir yolculuk sunar. 

sirkeci-gari

Sirkeci Garı

Sirkeci Garı, İstanbul metropolünde bulunan bir tren istasyonudur. İnşaat süreci II. Abdülhamit dönemine uzanır. Adından da anlaşılacağı üzere Sirkeci semti içinde konumlanan gar Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları’nın İstanbul’daki ana istasyonlarından bir tanesidir. Bu anlamda Haydarpaşa Garı ile beraber en önemli garlar arasında gösterilir. Avrupa yakasında bulunan Sirkeci Garı 2015 senesinde İstanbul Belediyesine devredilir. Garın olduğu alanda geçici maksatla oluşturulan ufak bir istasyon bulunur. Bugünkü gar binasının planı Alman bir mimar olan A. Jachmund tarafından çizilir. Garın yapımı esnasında kullanılan granit mermerler Marsilya’dan getirtilir. Garın temeli 11 Şubat 1888 tarihinde atılır. Bundan iki sene sonra ise bina resmen açılır. Açılış esnasında II. Abdülhamit’i temsilen Ahmet Muhtar Paşa yer alır.Binanın yan bölümünde garın hizmete başladığı tarih her iki takvime göre de yazılır. Yapıldığı ilk dönemde Sirkeci Garı konum olarak denize oldukça yakındır. Zamanla beraber gar çevresi ciddi bir değişim yaşar. Garın meşhur lokantası geçtiğimiz yüzyılın ortalarında bilinen pek çok yazarın ya da gazetecinin buluşma noktası haline gelir. Paris üzerinden hareket eden “Şark Ekspresi” çok uzun bir dönem boyunca bu istasyona yolcu indirmeyi sürdürür.Garın dikkat çeken bir diğer noktası ise saat kuleleridir. Tarihi saat kulesi bir taş kaide üzerinde yer alır. Kule yapı olarak üstten aşağıya doğru daralır. Kare kadranlı saatler özel olarak Paris’ten getirtilir. Kulenin üç ayrı cephesinde de saat bulunmasına rağmen bugün yalnızca bir tanesi çalışır durumdadır. Sirkeci Garı bir anlamda İstanbul’un Avrupa’ya bağlanan kapısı olarak görülür. Garın Alman mimarı doğu-batı sentezi konusunda özen göstermiştir. Bu nedenle hem oryantalist bir üslup hem de modern çizgiler tercih edilmiştir.
sepetciler-kasri

Sepetçiler Kasrı

Sepetçiler Kasrı bugün itibari ile Yeşilay’ın genel merkezi olarak değerlendirilir. Tarihi kasrın 1463 senesinde Sultan İbrahim tarafından inşa edildiği bilinir. Yapı o dönem Bizanslılardan kalan surların üzerine yapılır. Sepetçiler Kasrı’nın en önemi özelliği Topkapı Sarayı’nın dış bahçesinde bulunan yapılar arasında, günümüze dek ulaşan tek yapı olmasıdır. İnşaat sürecinde yararlanılan kırmızı mermerler Darıca’dan özel olarak getirtilir. Diğer yandan çiniler İznik bölgesinden, demir ve çiviler ise Samakoy’dan getirilir. Sepetçiler Kasrı’nın hemen kapı kemerinin üzerinde bir kitabesi bulunur. Bu kitabedeki bilgilere göre Topkapı Sarayı bünyesinde konumlanan kasır 1739 senesinde onarılır. Diğer onarım 1800’lü yılların ortalarında gerçekleşir. Her iki tamiratta da kasrın mimari tarzı değişmez. Buna rağmen Kırım Savaşı devam ederken burada çekilen bir fotoğrafta yapı bir kışlaya dönüştürülmüş haldedir.Sepetçiler Kasrı’nın adının nereden geldiği ile ilgili farklı söylentiler söz konusudur. İnanışa göre Sultan İbrahim o dönem bu kasrın hemen arka bölümünde bulunan sepetçi esnafını her daim korur. Sultan İbrahim burada bulunan eski bir köşkü onarmaya karar verir. Bölgedeki sepetçi esnafı da bu süreçte kendisine destek verir. Aynı zamanda bunu takip eden dönemde kasrın yapımında da sepetçilerin benzer bir desteği olur. Tüm bu dayanışmadan sonra kasrın ismi Sepetçiler Kasrı olarak belirlenir. Yine de ismi ile ilgili farklı iddialar da yer alır.Sepetçiler Kasrı 1920’li yılların başlarında kısa bir süre askeri ecza deposu olarak değerlendirilir. Bir süre kendi haline terk edilir. Hatta 1955 senesinde istimlak edilmesi dahi gündeme gelir. 1980 senesinde Vakıflar Genel Müdürlüğü buranın restorasyonunu üstenir ve mekânı Basın-Yayın Genel Müdürlüğü olarak kullanır. 1998 senesinde bu defa Eminönü Hizmet Vakfı tarafından restore edilir.
aya-irini-kilisesi-muzesi

Aya İrini Kilisesi Müzesi

Bizans’ın ilk kilisesi olma özelliğini taşıyan Aya İrini Kilisesi, 330’larda Konstantin tarafından Roma tapınaklarının üzerine inşa ettirilmiştir. Kelime olarak “Kutsal Barış” ya da “Tanrısal Barış” anlamına gelen Aya İrini, Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda yer alır. Tüm dünyanın tanıdığı Ayasofya’nın yakınında olması nedeniyle de her yıl binlerce yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilen Aya İrini Kilisesi Müzesi, esasında İstanbul’daki camiye çevrilmemiş en büyük Bizans kilisesi olma unvanına da sahiptir.İnşa tarihi 4’üncü yüzyıla kadar uzanan ve genel hatları itibariyle Bizans mimarisinden izler taşıyan Aya İrini Kilisesi, 324 ile 337 yılları arasını kapsayan I. Konstantin döneminde yaptırılmıştır. 8’inci ve 9’uncu yüzyıllarda yaşanan depremler sonucu büyük hasar gören tarihi bina, İstanbul fethedildikten sonra Sur-ı Sultani, yani Topkapı Sarayı’nı çevreleyen yerde kalması nedeniyle camiye dönüştürülememiştir. Geçmişten bugüne iç cephane, Harbiye Nezareti’nin silah ambarı gibi farklı amaçlar için kullanılan Aya İrini Kilisesi, ilk inşa edildiği tarihten bu yana mimari dokusunu kaybetmeden ulaşmayı başarmıştır.Türkiye’de ilk müze çalışmalarının başladığı Aya İrini Kilisesi’nde ilk toplanan objeler, Eski Silahlar Koleksiyonu olarak da bilinen Mecma-i Esliha-i Atika ve Eski Eserler Koleksiyonu’ndan oluşuyordu. Sonrasında 1875 yılında Çinili Köşk’e taşınan eserler 1949’a kadar “askeri müze” konseptinde ziyaretçilere sunuldu.Kabataş – Bağcılar tramvay hattının Gülhane durağında inilerek kolaylıkla ulaşılabilen Aya İrini Kilisesi Müzesi’ne Üsküdar – Eminönü ve Kadıköy Eminönü vapurları ile de gitmek mümkündür. Günümüzde ziyarete kapalı olan Aya İrini Kilisesi Müzesi sadece Ayasofya Müzesi Müdürlüğü’nün izni ile gezilebilmektedir.
dorduncu-vakif-han

Dördüncü Vakıf Han

Dördüncü Vakıf Han da, Kemaleddin Bey’in bu topraklara kazandırdığı önemli eserlerden biridir. Topkapı Sarayı’na, Babıali’ye yakın oluşu, İskele ile deniz ulaşımı ve Sirkeci Garı ile demiryolunun bu bölgeye gelmesi Eminönü’nün o dönem çok daha özel bir yer hâline gelmesini sağlamıştır. Dördüncü Vakıf Han da tam bu bölgede, bugünkü adıyla Mimar Kemaleddin ve Hamidiye caddelerinin kesiştiği köşede, 1911 yılında tasarlanan binanın 1912 yılında inşasına başlanır. Fakat 1912 yılında başlayan Balkan Harbi ve 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı sebebiyle yapının inşası yarım kalır. İstanbul’un işgal edildiği yıllarda ancak dış kısmı tamamlanan bina o dönem Fransızlar tarafından “Caserne Victor” ismiyle karargah olarak kullanılır. Savaş nedeniyle sekteye uğrayan binanın yapımı Cumhuriyet’in kurulmasıyla da birlikte 1926 yılında tamamlanır.  Adliye olarak kullanılması düşünülen bina 1990-2000 yılları arasında boşaltılmış fakat daha sonra ilgilenilmediği için bakımsız bir yapıya dönüşmüştür. Geçirdiği restorasyonlar ile 2005 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından özel işletmelere kiralanmıştır. Dördüncü Vakıf Han, yüz yıldan uzun bir süredir İstanbul’un en canlı bölgesinde, tarihe tanıklık etmeye devam ederken İstanbullulara hizmet vermeye devam ediyor.
yeni-camii

Yeni Camii

İstanbul Eminönü Bahçekapı’da bulunan Yeni Camii ya da Valide Sultan Camii'nin temelleri, Sultan lll. Murad’ın eşi Safiye Sultan'ın emriyle 1597 yılında atılarak, 1665’te zamanın padişahı lV. Mehmed’in annesi Turhan Hatice Sultan’ın büyük çaba ve bağışlarıyla tamamlandı. Osmanlı dönemi Türk mimarisinde yapımı en uzun sürede tamamlanan camii, bulunduğu konum itibariyle şehrin silüetine ve görselliğine önemli ölçüde katkı sağlar ve Osmanlı ailesi tarafından yaptırılan büyük camilerin son örneğidir. Yeni Cami ve külliyesinin inşaatı, oğlu III. Mehmet’in tahta geçmesinden sonra siyasi işlere de karışmaya başlayan ve iktidarını temsil etmek üzere Eminönü’de bir cami yaptırmak isteyen Valide Safiye Sultan tarafından 1597’de başlatılmıştır.  Mimar Davut Ağa tarafından yapılmaya başlanmış, Mimar Dalgıç Ahmed Ağa tarafından devam ettirilmiştir. Vebaya yakalanan Mimar Davut Ağa’nın ve Safiye Sultan'ın ölümü ile yarım kalan inşaat, aşırı masrafı dolayısıyla başlangıcından 66 yıl sonra dönemin mimarbaşısı Mustafa Ağa tarafından IV. Mehmed zamanında bitirilmiştir. Yeni Cami ile birlikte Valide Sultan Türbesi, Hünkâr Kasrı, sebil, çeşme, sübyan mektebi, darülkurra, Mısır Çarşısı da projeye katılarak inşa edilmiştir. Cami deniz kenarına inşa edilmiştir ancak denizle mesafesi sonradan denizin doldurulması sonucu artmıştır. Dış görünüşü itibariyle Süleymaniye Camii'ne benzer nitelikler gösterse de kubbesinin piramidi andırır şekilde yükselmesi kendine has bir özelliktir. Fotoğraf Kaynağı: https://tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_Cami
yerebatan-sarnici

Yerebatan Sarnıcı

Sarnıçlar, binlerce yıl öncesinde yağmur ya da yakındaki kaynaklardan kemerlerle taşınan sulardan faydalanmak amacıyla inşa edilen yapılardı. Bu türdeki yapıların Bizans İmparatorluğu zamanından kalma bazı örnekleri günümüzde İstanbul’da ziyaret edilebiliyor. Yerebatan Sarnıcı, yapı türünün en ilginç örneklerindendir. Fatih ilçesinde Sultanahmet Meydanı yakınında konumlanır.Bir mühendislik dehası şeklinde yorumlanan Yerebatan Sarnıcı’nın bulunduğu yerdeki daha küçük bir sarnıcın yerine inşa edildiği sanılıyor. Yapılış tarihi ise 532. Dönemin İmparatoru Justinianos tarafından yakınındaki Büyük Saray’ın su ihtiyacının karşılanması amacıyla yaptırılmış. Toplamda 9 bin 800 metrekare alana kurulu sarnıç, şehrin kuzeyindeki Belgrat Ormanları’ndan Bozdoğan Kemeri üzerinden getirilen suyun depolanmasını esas alıyordu. Günümüzde orijinal genişliğinin yaklaşık 3’te 2’lik kısmı görülebilir durumda. Diğer bölümleri ise kapalı. Yeraltı sarnıcının şehrin 1453’teki fethi sonrası Osmanlı yönetimi esnasındaki durumu ise oldukça ilginç. 1500’lerin ortalarına kadar böyle bir yapının varlığından dahi haberdar olunmuyor. Varlığı tesadüfen ortaya çıkıyor. Belirli saatler dahilinde ziyaret edilebilen Yerebatan Sarnıcı, klasik müzik eşliğinde sizi karşılıyor. Her biri 8 metre yüksekliğe sahip 336 sütunla destekli tavanından akan su damlalarının sesiyle karışan müzik ezgileri, ambiyansa değer katıyor. Dilek havuzu adı verilen bölüme bozuk para atılması gibi ritüel temelli alışkanlıklar da var. Aydınlatma öğeleriyle dikkat çeken Yerebatan Sarnıcı, büyüklüğü ve çarpıcı görselliği ile ziyaretinizi bekliyor. 
milyon-tasi

Milyon Taşı

Fatih ilçesi, Sultanahmet semtindeki Yerebatan Sarnıcı’nın yanı başında bulunan Milyon Taşı, tüm diğer şehirlere, noktalara uzaklığın ölçümünü mümkün kılan Million Sütunu’ndan geriye kalan parçadır. Yani sanılanın aksine anıt niteliğinde nispeten görkemli bir yapının kalıntısı şeklindedir. Milyon Taşı, kaldırım taşlarından yapılan uzun Roma yolunun başlangıç noktası olarak kabul edilirdi. Roma yolları, eski çağlarda şehirler arası ulaşımı kolaylaştırılarak hem ticaret hem askeri açıdan önem taşırdı. Ayasofya’nın karşısındaki Yerebatan Caddesi girişinde konumlanan Milyon Taşı, çoğu gezgin için sayısız kez 10, 15 metre yakınından geçilmesine karşı bilinmeyen bir kalıntıdır. Bu arada Bizans sarayının girilen Chalke Kapısı’na ve Mese adı verilen sütunlu, heykellerle çevrili çarpıcı caddeye çok yakın, merkezi konumu da Milyon Taşı’na verilen önemin diğer göstergeleriydi. Çevresindeki birçok unsurla birlikte Milyon da, asırların nedenini oluşturduğu yorgunluğa dayanamayıp büyük oranda tahrip oldu. 4’üncü yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kurucusu I. Konstantin tarafından yaptırıldığı sanılır. İlk hali kapı, sütunlar ve kubbeden oluşan bir yapı (Tetrapylon adı verilen mimari üslup) halindeydi. Üzerinde heykeller vardı. 1500’lü yıllarda yıkıldığı sanılır. İstanbul’daki merkezi lokasyonu ile kolaylıkla yanına gidilip görülebilir durumda bir tarihi kalıntıdır. Günümüzde Osmanlı dönemi su terazisi kalıntıların yanındaki dikine yükselen bir kaya şeklindedir. Önünde açıklayıcı bilgilerin yer aldığı pano mevcut.
buyuk-postane

Büyük Postane

Türkiye’nin en büyük postanesi ve Mimar Vedat Tek’in ilk eseri olan Büyük Postane binasının yapımına, 1905 yılında başlanılmış ve 1909 yılında tamamlanmıştır. Bilinen ilk ismi, Posta ve Telgraf Nezareti Binası olan tarihi bina, 1930 yılında Yeni Postane olarak isimlendirilmiş, daha sonra ise, Büyük Postane olarak anılmaya başlanmıştır. Öncesinde Eminönü’ndeki Postahane-i Amire Binası ve sonrasında Yeni Camii’nin avlusunda verilen posta işleri,  binanın yapımı tamamlandıktan sonra buraya taşınmıştır.  Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın ilk örneklerinden olan yapının giriş kapısında çini işlemeli olarak eski yazı ile "Posta Telgraf Nezareti" yazılıdır.İhtişamı ve dikkat çeken mimari yapısıyla 110 yıldır tarihe tanıklık eden ve 4 kattan meydana gelen binanın girişi, basamaklarla yükseltilmiş ve giriş üzerine kubbe  kapatılmıştır. Yontma taş ve mermer kullanılan cephede, tuğlaların Vedat Tek tarafından özel olarak tasarladığı söylenir.  Binanın içinde 3 kat boyunca yükselen dikdörtgen bir orta mekân ve bunu çevreleyen odalar vardır. Duvarlarda 16. yüzyıl Osmanlı üslubu çini işlemeciliği hakimdir.  Geçmişte, İstanbul Radyo Evi olarak da hizmet vermiş olan postane binası, günümüzde İstanbul Avrupa Yakası PTT Başmüdürlüğü olarak hizmet etmekte ve giriş katında ise tam teşekküllü bir postanenin yanı sıra ülkemizin iletişim ve telekomünikasyon tarihi hakkında müzeye ev sahipliği yapıyor.Fotoğraf Kaynağı: https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Postane
ayasofya-i-kebir-cami-i-serifi

Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi

Ayasofya; dünya tarihinin bugüne kadar ayakta kalmayı başarmış en önemli ve en görkemli yapılarından biridir. Mimarisi, büyüklüğü, işlevselliği, içerisinde barındırdığı sanatı ve ihtişamıyla yüzlerce yıldır gözde konumda yer alır.İlk olarak hatırlatalım ki Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğu’nun yapmış olduğu en büyük kilisedir. Aynı yerde tam üç kez inşa edilmiş olan bu görkemli yapı ilk olarak yapıldığında ‘Megale Ekklesia’ yani ‘Büyük Kilise’ olarak adlandırılmış. 5’inci yüzyıla gelindiğinde ise o dönemden İstanbul’un fethine kadarki süreçte ‘Hagia Sophia’ yani ‘Kutsal Bilgelik’ adıyla anılmış. İmparator Konstantin tarafından milattan sonra 360 yılında yaptırılan Megale Ekklesia, II. Theodosis tarafından 415 yılında yeniden inşa edilmek durumunda kalmış. Ancak bu seferki yapı da o dönem çıkan halk ayaklanması sonucu yakılıp yıkılmış.Bugünkü Ayasofya ise İmparator Justinianos tarafından yaptırılmış. Dönemin en önemli iki mimarı Tralles’li (Aydın) Anthemios ve Miletos’lu (Söke yakınları) İsidoros bu görev için seçilmiş. Bugüne kadar ulaşan kayıtlardan edinilen bilgilere göre o dönem Anthemios ve İsidoros’la birlikte Ayasofya’nın yapımında tam 100 mimar ve her bir mimarın emrinde 100 işçi çalıştırılmış. 5 yıl 10 ay gibi bir sürede, oldukça hummalı geçen çalışmalar neticesinde tamamlanan Ayasofya, böylelikle Hristiyanların hizmetine açılmış.Yapıldıktan sonra tamı tamına 916 yıl kilise olarak kullanılan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesinin ardından ise camiye çevrilerek bu sefer de Müslümanlara hizmet etmeye başlamış. Camiye çevrilirken Hz. Meryem ve Hz. İsa figürlerine dokunulmaksızın İslami detaylar eklenen, mimarisi güçlendirilen ve son derece özenle korunan Ayasofya; tüm bu eklemelerle birlikte bugünkü formuna kavuşmuş. 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda ise artık bir cami olan Ayasofya’ya minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü, maksureler ve mihraplar yerleştirilmiş.Ayasofya, tarihi boyunca güzelliğiyle herkesin gözdesi olmuş. Sürekli olarak korunmuş ve özellikle camiye çevrildikten sonraki senelerde kompleks bir yapıya dönüştürülmek üzere çalışmalar geçirmiş. Bununla birlikte çevresine sıbyan mektebi, muvakkithane, şadırvan, sebiller, güneş saatleri, medrese, birbirinden farklı dönemde yaptırılmış olan minareler ve mütevelli heyeti odası eklenmiş.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasının ardından Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1935 yılında bir müzeye dönüştürülen Ayasofya, böylelikle farklı tarihlerde iki farklı dine hizmet ettiği yılların ardından her kesim ve görüşteki insanın beğenisine sunulmuş. 2020 yılının 24 Temmuz Cuma günü ise Ayasofya’nın 86 yıllık müze-cami hali son bularak yeniden ibadete açıldı. Böylelikle müze halinden çıkan Ayasofya, günümüzdeki Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi adını aldı.Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nin en önemli mimari özelliği; yapıldığı ilk yıllarda bir kiliseye göre alışılmışın oldukça dışında kalan büyüklüğü ve yüksekliğiyle insanı hayrete düşüren kubbesidir. Tam orta mekânda duran kubbe, tüm yapıda taş ve tuğla kullanılırken, eğimi sebebiyle deprem ve benzeri afetlerde zarar görmemesi adına Rodos’ta özel olarak yaptırılan hafif ve sağlam tuğlalarla örülmüştür.Dedik ya, Ayasofya her tarihte gözde, Ayasofya her zaman Ayasofya diye… 1847 yılına gelindiğinde, dönemin Osmanlı Sultanı Abdülmecid de ayrı bir özen göstermiş burası için. Önce yapıyı aslına sadık kalarak onartmış, ardından ise yaşadığı dönemin en harika hattatı olarak bilinen Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye ana kubbenin 11,3 metre çapındaki kısmına Kur’an-ı Kerim’in Nur Suresi’nin 35’inci ayetini yazdırtmış. Bilmeyenler için, bahsi geçen ayette şunlar yazar: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam ise inciyi andıran bir yıldızdır; (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.”
divan-yolu

Divan Yolu

Divan Yolu, Antik dönemlerden başlamak üzere pek çok uygarlığın aktif şekilde kullandığı yola denir. Özellikle Roma ve Bizans dönemlerinde çok önemli bir yere sahip olan bu yol, Osmanlı’da da kullanılmaya devam etmiştir. Daha önceki dönemlerde “Mese” olarak adlandırılan yol, Osmanlı dönemi içinde “Divan Yolu” adını alır. İsminden de algılanacağı üzere Osmanlı burayı bir nevi protokol yolu olarak kullanır. Sarayda devlet işlerini masaya yatırmak ve görüşmek için vezirler, elçiler ya da askerler bu yolu kullanır. Divan Yolu ilk olarak I. Konstantin döneminde inşa edilir. Zaman içinde şehrin ana caddelerinden biri haline gelir.Tarihi Yarımada’nın ortasından geçen Divan Yolu, Million Taşı ve Beyazıt Meydanı’na dek uzanır. Yol üstünde Divan Yolu Caddesi ve Yeniçeriler Caddesi isimli iki ayrı cadde bulunur. 1950’li senelerde bu caddelere dair genişletilme çalışmaları yapılır. Bu süreçte de ne yazık ki epey tarihi eser tahrip olur. Kimi eserlerin yerleri değişir ya da tamamen ortadan kalkar. Günümüzde Divan Yolu, araç trafiği için uygun bir yer değildir. Bu alandan sadece tramvay geçer, araç trafiği için kapalı durumdadır.Divan Yolu’nun tümünü ortalama 20-25 dakika içinde yürümek mümkündür. Tarihte pek çok medeniyetin hikayelerine tanıklık eden bu özel ve büyüleyici yolda yürümek oldukça heyecan vericidir. Rivayete göre Roma döneminde bu yolun dünyanın başlangıç noktası olduğuna inanılır. Saygı çerçevesinde hassas bir şekilde korunan Divan Yolu, kimi zaman İmparatorlar Yolu olarak da anılır. İlk dönemlerde burası, 1000 km’lik Egnatia Yolu’nun bir parçasıdır. Bizans ile beraber yavaş yavaş eski değerini yitirmeye başlar. Şiirlere bile konu olan Divan Yolu 18’inci yüzyıla dek şehrin en geniş caddesi olarak kabul görür.
orme-sutun

Örme Sütun

Yapımına 203’te Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından başlanan, Bizans’ın Kurucusu I. Constantinus tarafından sürdürülen ve günümüzde Sultanahmet Meydanı’nda yer aldığı bilinen Antik Hipodrom, İstanbul’un fethinden önce önemli bir etkinlik alanıydı. 30 bin kişilik oturma kapasitesine sahip olan yapı, 16’ncı yüzyılda tamamen yıkıldı. Günümüzde temelleri ve iç anatomisi hakkında birçok bilginin bulunduğu Antik Hipodrom’dan kalan en önemli tarihi değerlerden biri ise Örme Sütun. Esası Antik Hipodrom’un görsel estetiğine katkı olan 32 metre yüksekliğe sahip Örme Sütun, üzerinde Antik Yunan dili (Grekçe) yazıt bulunan mermer kaide üzerine kesme taşların örülmesi ile yapıldı. Sütunun üzerinde ise pirinç levhalar bulunuyordu ancak bunlar 13’üncü yüzyıldaki 4’üncü Haçlı Seferi sırasındaki Latin işgalinde sikke yapımında kullanılmak üzere söküldü. 57 yıl süren söz konusu durum, genel itibarıyla bu görkemli alanda ciddi tahribata yol açmıştı. Şehirde 1453 itibarıyla başlayan Osmanlı dönemi ise sütunların eğlence ve spor amaçlı tırmanılan bir tür etkinlik aracı şeklinde fonksiyon sunduğu yıllara tanıklık etti. Bu noktada bilinen bir minyatürde ahşap direk üzerinde duran maymun ve sütunlara tırmanan adamlar tasvir edilir. Konuya ilişkin diğer kanıt ise Fransız Yazar Pierre Gilles’in yazılarıdır. Bunlarda iki adamın sütunlara tırmandığı, birinin sağ salim inerken diğerinin yüksekten düşüp öldüğünden bahsedilir. Son dönemde restorasyon da gören Örme Sütun gerek bulunduğu alanın silueti gerekse kültürel önemiyle şehrin yakından tanık edilmesi önerilen tarihi miraslar arasındadır.
mimar-sinan-turbesi

Mimar Sinan Türbesi

Mimar Sinan, Osmanlı döneminde yaşayan büyük bir mimardır. Kendine has mimari tarzı dışında üretkenliği ile de öne çıkar. Sadece tek bir alanda eser üretmemiştir. Yaşamı boyunca 92 cami, 55 medrese, 20 türbe, 3 darüşşifa, 17 imaret, 48 hamam ve 20 kervansaraya imza atar. Bunun dışında daha sayamayacağımız pek çok esere katkı sunar. Eserleri arasında Ayasofya, Selimiye Camii, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü ve Çemberlitaş Hamamı görece ön plandadır. Lakabı “Koca Sinan” Mimar Sinan aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun baş mimarı olmayı başarır. Mimar Sinan hem Kanuni hem de II. Selim ve III. Murat dönemlerinde bu görevini sürdürür. Kendisi bazı eserlerini ustalık dönemi eserleri olarak nitelendirir. Osmanlı’nın bu büyük mimarının türbesi şu anda İstanbul’dadır.Bilindiği üzere Mimar Sinan 17 Temmuz 1588 tarihinde vefat eder. Ölümünden kısa bir süre önce bu türbeyi bizzat inşa eder. Türbe Süleymaniye Camii’nin köşe kısmında yer alır. Pencerelerinin hemen üst bölümünde kendisi için kaleme alınan 15 dizelik hayat öyküsü dikkat çeker. Mimar Sinan Türbesi küfeki taşından ve mermerden inşa edilir. Sandukanın hemen ön bölümünde, yekpare mermerlerin üzerinde özel sülüs yazısı ile bir kitabe yerleştirilir. Bu kitabenin Nakkaş Sai’ye ait olduğu bilinir. Keskin kemerlerle bağlanan sütunlar kubbe bölümünü taşır.Mimar Sinan Türbesi’nin içerisinde aynı zamanda üç mezar daha yer alır. Bu mezarlardan bir tanesi yine kendisi mimar olan Ali Talat Bey’e aittir. Diğer iki sandukanın kime ait olduğu belirlenemez. Osmanlının mimari kimliğini büyük ölçüde üstlenen bu özel ismin İstanbul’da yer alan türbesi ürettiği eserlerin yanında son derece mütevazi kalır.
fener-rum-erkek-lisesi

Fener Rum Erkek Lisesi

İstanbul’un Fatih ilçesinde bulunan Fener Rum Erkek Lisesi, şehrin eğitim esasıyla kurulmuş en eski yapılarından biridir. Balat Sahili’ne yakın konumda, Fener Feribot İskelesi’ne birkaç yüz metre mesafede konumlanan bu tarihi yapı, detayları ve mimari ögeleri ile oldukça göz kamaştırıcıdır. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesinin ardından inşa edilen Ortodoks Hristiyanlara yönelik Magali Scholio isimli okulda, çeşitli kademelerde görevler üstlenmiş birçok yönetici ve din alimi yetiştirilir. Dünyaca ünlü yazarların da seküler eğitim gördüğü bu okulda dini eğitimin yanı sıra antik ve modern felsefe, dil bilgisi ve edebiyat gibi dersler de yer alır. Uzun yıllar bu şekilde eğitim veren okul, yaklaşık 400 yıl sonra klasik eğitim odaklı bir liseye dönüştürülür ve 19’uncu yüzyıl ortalarından itibaren yaklaşık 20 yıl kadar bu şekilde işlev görür. En nihayetinde Haliç ve çevresindeki en büyük ölçekli yapılardan biri olarak 1881’de yeniden inşa edilir. Bazı tasarımsal ögeleri Fransa’dan getirilen Fener Rum Erkek Lisesi, yüksekteki cephesi ile anıtsal özellik taşır. Fransa’dan parça parça taşınan kırmızı tuğlalarıyla karakteristik bir görünüme kavuşan yapı, deyim yerindeyse şato mimarisine atıflar içerir. Bugün ise yine bir eğitim kurumu olarak hizmet verir.
kariye-muzesi

Kariye Müzesi

Bugüne Osmanlı döneminde geçirdiği onarımlar sayesinde ulaşmayı başaran Kariye Müzesi’nin tarihi milattan sonra 6’ncı yüzyıla kadar uzanır. İlk önce manastır olarak I. Justinianus döneminde inşa edilen eser, 1204 yılında gerçekleşen Katolik Latin istilasında harap edilmiş. Bunun üzerine uzunca yıllar atıl durumda kalan yapı, milattan sonra 14’üncü yüzyılda Teodor Metokhite tarafından onarılmış. Bu arada Metokhite’nin mezarını da Kariye Müzesi’nin girişinde görebileceğinizi de söylemekte fayda var.1453 yılında Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethetmesinin ardından İslamiyet’in hızlıca yaygınlaştırılması adına pek çok kilise camiye dönüştürülmüş. Bunun üzerine Atik Ali Paşa tarafından yenilenen Kariye Kilisesi de camiye çevrilen yapılar arasında yerini almış. Zaman içerisinde de ‘Kariye Camii’ ya da ‘Atik Ali Paşa Camii’ olarak anılmaya başlanmış. 1945 yılına kadar cami olarak kullanılan eserde, Hristiyanlık dinine özgü mozaik ve freskler sıva ile kapatılarak yapının içerisine mihrap eklenmiş.Ancak, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Amerika Bizans Enstitüsü ve Bizans İncelemeleri için Dumbarton Oaks Merkezi’nin yürüttüğü çalışmalarla Kariye Müzesi’nde yer alan tüm freskler ve mozaikler, 10 yıl süren hummalı çalışmaların ardından 1958 yılında yeniden gün yüzüne çıkarılmış.Yıllar geçmiş, tarih yaprakları 1956 yılını göstermiş ve Kariye müzeye dönüştürüp halka açılmış. Doğu Roma Rönesans’ı olarak nitelendirilen dönemde yapılan fresk ve mozaiklerin bugün hala görülebildiği, tıpkı Ayasofya gibi bir kadere sahip olan eseri ziyaret ederken yüzlerce yıl öncesine gitmeniz mümkün!Müzenin mozaiklerindeki motiflerde; Hz. Meryem’in doğumundan, Hz. İsa’ya kadarki süreç anlatılıyor. Bu arada yapının isminin Kariye olmasıyla ilgili bir de rivayet var: Osmanlı zamanında şehir dışında bir köyü anlatmak için ’Karye’ denilirmiş. İnşa edildiği dönemden bu yana hep sınırların dışında kaldığı için de halkın buraya Karye yani Kariye denildiği de tarihçiler tarafından söylenmeye başlanmış ve günümüze de bu şekilde gelmiş.
yilanli-sutun

Yılanlı Sütun

İstanbul’un simge lokasyonlarından Sultanahmet Meydanı’nda diğer adı At Meydanı olan Antik Hipodrom’da bulunan Yılanlı Sütun, büyük bir savaşta elde edilen zafer anısına yaptırıldı. Milattan önce 479’da Persler’e karşı birleşerek yüz binlerce askerin öldüğü Platea Savaşı’nı kazanan Yunan şehirleri anısına, Yunanistan’daki Parnasos Dağı yamacında, Delfi’de bulunan Apollo Tapınağı’na dikilmişti. Sütunun kıvrımları boyunca 31 Yunan şehrinin isimleri yazılı. İstanbul’a ise Bizans İmparatorlu Konstantin’in getirttiği düşünülüyor. Şehrin kurulmasının ardından büyülü güçleri olduğu düşünülerek yılan, akrep, böcek gibi zararlı hayvanların sayılarının hızla artması nedeniyle getirtildiğine inanılıyor. Yani toplamda hem Yunanistan hem İstanbul’da uzun asırlar boyu kaldı ve 2 bin 500 yılı aşkın geçmişe sahip.İçi boş olan ve Pers askerlerinin kalkanlarının eritilmesi ile yapılan bronz sütun, birbirine dolanmış haldeki üç piton yılanının tasviri şeklindedir. Yılanların kafasının sadece biri bulunabildi, o da İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde Çağlar Boyu İstanbul Sergi Salonu’nda sergileniyor. Toplamda 29 boğumu, yani takribi 5 metrelik kısmı günümüze kadar ulaşmış halde, üst ve alt kısımlarında kırıkları mevcut. Kırıkların büyük kısmının, taşınması ve yerleştirilmesi sırasında olma ihtimali yüksektir. Bu arada şehirde de bir kez taşındığı kaydediliyor, şu anki yerinden önce Ayasofya’nın avlusundaydı. Yunanistan’daki ilk halinde 1,5 metre yükseklikteki bir de altın kazan vardı, toplam uzunluğunun ise 8 metreyi bulduğu sanılıyor. Bu kazanda söndürülmeyen bir ateş yanardı. Söz konusu kazan, binlerce yıl öncesindeki çeşitli masrafların karşılanması amacıyla eritildi. Yılanlı Sütun, Sultanahmet Meydanı’nda, yakınındaki birçok tarihi değerle birlikte ziyaretinizi bekliyor.
yedikule-zindanlari

Yedikule Zindanları

Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul, bin yılı aşkın süre boyunca Hunlar’dan Ruslar’a birçok farklı milletin akınlarına karşı durdu. Bu amansız savunmanın temel öğesi ise şüphesiz şehri karadan ve denizden gelecek saldırılara karşı koruyan sur sistemiydi. Kilometreler boyunca Marmara Denizi’nden Ayvansaray Kapısı’na kadar eski İstanbul’u saran kara surlarının belki de en ilginç noktalarından biri ise Yedikule’dir. Adını aralarındaki kalın duvarlarla yaklaşık olarak beşgen oluşturacak şekilde sıralanmış yedi kulesinden alır. Bu kulelerin 4’ü Bizans, 3’ü Osmanlı zamanında yapıldı. Yedikule Kapısı ve yakınındaki Altınkapı ile çevrili bu lokasyonun diğer ilginç özelliği de Yedikule Zindanları olarak bilinen bir başka noktaya ev sahipliği yapmasıdır. Fatih ilçe sınırlarında konumlanır. Marmara Denizi’ne hakim bir noktada yani İstanbul’un güneyinde bulunan Yedikule Zindanları, Yedikule’nin iç bölümüne girişteki kulelerin oluşturduğu yerdir. Genel itibarıyla hisarın iç mekanı ve zindanlar görülebilir. Kimilerine korkutucu gelebilir; Osmanlı zamanında mahkumlar kalır, işkence görürlerdi. Mahkumlar tarafından duvarlara yazılmış yabancı dilde yazılar ve çapa gibi bazı izler göze çarpar. Yedikule Zindanları, aydınlık alanlarına karşın genel itibarıyla karanlık bir ambiyansa sahiptir. Surlara çıkılabildiği için dışarıda kalan semt ve deniz manzarasına da bakılabilir. Gezi kapsamında yakın çevrede mahkumların idam ettirildiği yerler ve Kanlı Kuyu adı verilen oyuk da incelenebilir. 
cemberlitas-sutunu

Çemberlitaş Sütunu

İstanbul’un tarihi ve kültürel açıdan en önemli yapılarından biri olan Çemberlitaş Sütunu, 300’lü senelerden bu yana ayakta kalmayı başarır. Adeta efsaneleştirilen yapı, Roma’dan İstanbul Fatih ilçesine getirtilir. Bu süreç I. Konstantin’in yoğun çabaları neticesinde gerçekleşir. Apollon Tapınağı’ndan sökülerek getirilen Çemberlitaş Sütunu’nda toplamda sekiz ayrı sütun bulunur. Bu sütunların her biri yaklaşık olarak üç ton ağırlığına sahiptir. Sütunların çapı ise üçer metre civarında ölçülür. Apollon Tapınağı’ndan taşınmadan önceki dönemde burada zaten bir adet Apollon heykeli yer alır. Bu heykelde güneşi selamlayan bir figürle karşılaşılır. I. Konsantin sütunu İstanbul’a getirdiğinde tepe noktasına da bizzat kendi heykelini ekletir. Ayrıca bu bölümdeki haç da Fatih Sultan tarafından yok edilir.Görsel açıdan oldukça etkileyici olan Çemberlitaş Sütunu ilk ciddi tamiratını 1470’li senelerde görür. Bu onarımın yapıldığı dönemde imparatorluğun başında Yavuz Sultan Selim yer alır. Sütun Roma’dan getirildiği ilk zamanda 57 metre olarak ölçülür. Zamanla farklı nedenlerden dolayı oluşan tahribatlar boyunun kısalmasına neden olur. Çemberlitaş Sütunu bugün itibariyle 35 metredir. Günümüzde yerli ziyaretçiler kadar yabancı ziyaretçilerin de ilgisini çeken tarihi yapı, şehrin sembol mekanları arasında gösterilir.Çemberlitaş Sütunu bazı kaynaklarda Yanık Sütun şeklinde geçebilir. Hatta Konstantin Sütunu ifadesiyle karşılaşmak da olasıdır. Anıtsal bir sütun hüviyeti bulunan sütunlar, aynı adı taşıyan semtte bulunur. Çemberlitaş Sütunu, konum olarak tepe bir noktaya dikilmiştir. Ayrı ayrı sütunlar dışında büyük bir kaidenin üzerine oturur. Yazılı bilgilere göre buraya düşen şiddetli bir yıldırımdan dolayı tarihi yapı ciddi anlamda zarar görür. Üzerinde yer alan heykel devrilir. I. Aleksios onarım çalışmaları neticesinde kaideli bir başlık ekler. Sultan II. Mustafa ise bir yangından sonra demir çemberlerle yapının etrafını sağlam hale getirir. Çemberlitaş adı da tam olarak buradan gelir.
binbirdirek-sarnici

Binbirdirek Sarnıcı

Binbirdirek Sarnıcı, İstanbul'un Fatih ilçesinde yer alan ve Bizans İmparatorluğu döneminden kalan tarihi bir yapıdır. Bu sarnıç, İstanbul'daki ikinci en büyük sarnıç olarak bilinir ve 4. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilmektedir. İstanbul'un en önemli turistik cazibe merkezlerinden biri olan Binbirdirek Sarnıcı, hem tarihi hem de mimari açıdan büyük bir öneme sahiptir.Binbirdirek Sarnıcı, orijinal olarak 224 sütun içeren ancak bugün 212'si ayakta kalan bir yapıya sahiptir. Sarnıç, 3584 metrekarelik bir alanı kaplar ve sütunlarının her biri yaklaşık 5 metre yüksekliğindedir. Sarnıcın inşası, Roma kökenli senatör Philoksenos tarafından, İmparator I. Konstantin döneminde gerçekleştirilmiş olabilir.Sarnıç, zamanla kurumuş ve 16. yüzyıldan itibaren atölye olarak kullanılmıştır. Justinianos dönemine ait mühürlü tuğlalar da sarnıçta bulunmuştur, bu da yapının daha eski dönemlere dayandığını gösterir. Sarnıçtaki sütunların üstlerinde süsleme bulunmamakla birlikte, bazılarında Bizanslı ustaların işaretleri görülebilir. Osmanlı döneminde sarnıç, ipek ve iplik tezgahlarının kurulduğu bir alan olarak kullanılmıştır.Modern zamanlarda Binbirdirek Sarnıcı, çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapmakla birlikte, ziyaretçilere açık bir turistik mekan olarak hizmet vermektedir. Tarihi ve atmosferik yapısıyla dikkat çeken bu yapı, İstanbul'un Sultanahmet bölgesinde bulunur ve ziyaretçiler için keşfedilmesi gereken önemli bir noktadır. Küçük bir giriş ücreti karşılığında ziyaret edilebilen sarnıç, İstanbul'un tarihi dokusunu yansıtan benzersiz bir yapıdır

Hazırlayan

GeziBilen

Dijital Rehber

GeziBilen

Tarihi, kültürel ve doğal güzelliklerimize ışık tutarak; ülkemizin tanıtımına katkıda bulunmak bizi sizlerle buluşturan temel amacımızdır.

GeziBilen Logo
Google Play Badge
AppStore Badge
AppGallery Badge
İletişim

0 (212) 274 2121

merhaba@gezibilen.com

Balmumcu Mah, Bestekar Şevkibey Sk, No:26 Beşiktaş-İstanbul

  • GeziBilen Gezi Noktaları2.500 gezi noktası

    2.500 noktayı keşfetmeye hazır mısınız?

  • GeziBilen Ülkeler4 Farklı Dil Seçeneği

    Tüm yazılı ve sesli içerikler Türkçe, Almanca, İngilizce ve Rusça

  • GeziBilen Rotalar185 Tematik Rota

    Her şehir için özel hazırlanmış onlarca tematik rota

Diğer İçerikler